Ömer Madra: Bu haftaki konuğumuz Özden Çankaya, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı ve Radyo-Televizyon Ana Bilim Dalı Başkanı. Bugün biraz radyo konuşacağız galiba, ne zaman fırsat gelecek diye, kendi içimizde de merakla bekliyorduk, çok sevindik. Eski bir radyocu olarak sizi ağırlamaktan da çok mutluyuz doğrusu.
Özden Çankaya: Ben de Açık Radyo’ya gelmekten dolayı mutluyum, Açık Radyo’yu alternatif bir medya olarak nitelemek istiyorum. Belki bütün özellikleri olmasa da işleyiş bakımından öyle gördüğüm için burada programa katılmaktan da hoşnut oluyorum, bunu da belirteyim.
ÖM: Çok teşekkür ederim.
ÖÇ: Radyo önemli bir kitle iletişim aracı, onun üzerinde de tartışılması, konuşulması gerekli. Özellikle iletişim fakültesinde okuyan öğrenciler radyo konusuna ve radyoculukla ilgili çalışmalara biraz çekingen bakıyorlar. Çünkü görsel iletişim organlarının, araçlarının yanında radyo sanki biraz güncelliğini yitirmiş gibi geliyor onlara. Ama tam aksine, ben aynı kanıda değilim.
ÖM: Radyo pek çok şeyin anası aslında tabii, televizyondan eser yokken varolan ama sonradan bir miktar irtifa kaybeden, ama tekrar yükselişte olduğu da söylenebilecek bir mecra galiba değil mi?
ÖÇ: Radyonun bütün televizyon yayınlarına, internet yayınlarına, hepsine kaynaklık eden bir özelliği var. Gerçekten televizyonlarının çoğunda radyo programcılığının temeli vardır, o temel üzerine kurulmuştur. Soap operalar mesela radyo dramalarının üzerine inşa edilmiştir. Radyonun bir çok program formatı televizyona kaynaklık etmiştir.
Televizyon, özellikle 70’li yıllardan sonra çok öne çıkmış bir kitle iletişim aracı, görsel kültürün son yıllarda herkesi çok etkilemesi nedeniyle radyo arka plana düşmüş gibi görünüyor. Ama radyo sıcak bir medya, soğuk bir medya değil, bireye seslenen, birebir iletişim kuran bir medya. O nedenden ötürü de radyo ile baş başa kalabiliyorsunuz, diğer iletişim araçlarından belki farkı ve üstünlüğü burada. Arkadaşınız sizin radyo, istediğiniz yerde dinleyebiliyorsunuz, eskisi gibi değil, bizim çocukluğumuzdaki gibi kocaman radyolar yok artık. Cebinizde, telefonunuzda, İpod’unuzun içinde, her yerde radyoyu dinleme olanağınız var. O nedenden ötürü de diğer kitle iletişim araçlarına göre, yazılı araçlara göre ve görsel araçlara göre bir üstünlüğü var. Çünkü radyo dinlerken diğer işleri yapabiliyorsunuz, arabanızı kullanabiliyorsunuz, evde yemek yapabiliyorsunuz, herhangi bir büroda çalışıyorsanız işinize devam edebiliyorsunuz. Aynı zamanda habere ulaşabiliyorsunuz, belli bir konu hakkındaki duygu ve düşünceleri paylaşabiliyorsunuz, müzik dinlemek gibi çok zevkli bir uğraş içinde bulunabiliyorsunuz. O nedenle de son yıllarda da gelişmiş ülkelerde entelektüellerin tercih ettiği bir kitle iletişim aracı. O yüzden eğitim ve kültür oranı yükseldikçe radyo dinleme oranlarının yükseldiğini görüyoruz.
ÖM: Eğlence aracı olarak görsel araçlar belki daha geniş imkânlar sunuyor olabilirler ama radyonun bir hayal tiyatrosu olarak, zihin tiyatrosu olarak benzersiz bir işlevi olduğunu, biz de manifestomuzda belirtmeye çalışmıştık “zihnin tiyatrosunu kurmaya yarar bu iş” diye. Belki de dinlerken kitap okumak dışında her şeyi yapmaya imkân veriyor.
ÖÇ: Evet. Çünkü sözcüklerle bir sürü çağrışım yapabiliyorsunuz, dinleyici üstünde imgelemler ortaya çıkıyor. Ben radyo tiyatrosunu anlatırken şöyle söylüyorum, televizyonda dramatik bir dizi veya sinema izlerken hepimiz tek bir görüntüyü izleyip ondan edindiğimiz, o görsellikten edindiğimiz izlenimler üzerinde düşünüyoruz ya da duygulanıyoruz. Ama artık çok da fazla prodüksiyonu yapılmayan radyo tiyatrolarında, herkesin kendi zihninde, kendi imgeleriyle çok zengin bir film çekiliyor. Yani bir milyon kişi izliyorsa bir milyon kişinin başoyuncuları, mekânı, dekorları, vs. her şeyi çağrışımları farklı. O yüzden hakikaten çok zengin açılımları olan bir kitle iletişim aracı radyo. Bir de radyo içerik açısından çok esnek. Bir de teknolojinin getirdiği zenginlikler var, bu da radyonun işlevini giderek daha güçlü kılıyor. Şu anda ülkemizde ve diğer ülkelerde yayın yapan bütün radyolar, aşağı yukarı, karasal radyo-televizyon frekanslarını kullanıyorlar, o nedenle de frekans paylaşımı konusunda daha dar olanaklar içindeyiz. Ama 1961’de Uluslararası Telekomünikasyon Birliği tarafından Stockholm Planı’yla oluşturulan dijital karasal yayın gibi yeni teknolojik gelişmeler gündeme geliyor. Stockholm Planı’na göre, yanılmıyorsam 2012 yılında analog karasal yayın sonlandırılacak ve dijital yayına geçilmesi planlanmış durumda. Bütün ülkeler bu konuda çalışmalar yapıyorlar, Türkiye’de de bu çalışmalar hızla ilerliyor.
ÖM: Bu çok önemli.
ÖÇ: O zaman tabii 10 kat artıyor, bugün için bir frekans diliminden yayın yapan 10 radyo olabilecek. Bu da çok sayıda kişiye veya topluluğa radyo yayını yapma olanağı sağlayacak. Bu hem demokratik katılım açısından da çok önemli.
ÖM: İsteyen yayın yapabilecek yani. Bu Stockholm Planı’nı biraz daha açabilir miyiz?
ÖÇ: Bir uluslararası telekomünikasyon birliği olarak kurulmuş, 60’lı yıllardan beri de bu çalışmaları yapıyorlar.
ÖM: Yani dijital karasal yayına geçilmesini de çok önemli bir hedef olarak ortaya koyuyor ve hatta bunun için bir tarih de veriyor.
ÖÇ: Sayısal yayıncılık konusunda Türkiye açısından da çok önemli bir genişleme planı var, seneye, herhalde 2007 yılında gündeme gelecek, RTÜK’ün geçen haftalarda yaptığı bir toplantıda dile getirdiler,
ÖM: Bu o zaman şu anlama geliyor, ulusal, bölgesel ve yerel yayınların artık pratikte bir anlamı kalmayacak öyle mi?
ÖÇ: Yani pratikte yine ulusal, bölgesel, yerel yayınlar olacak, ama onların sayılarının artacağını söyleyebileceğiz. Yani İstanbul’da yayın yapan belli sayıda radyo varsa, onu 10’la çarpabileceğiz anlamına geliyor. Şu anda 2005 yılı itibariyle Türkiye’de yayın yapan radyoları gözden geçirirsek şunu söyleyebiliriz, 36 tane ulusal radyo yayını yapan kanal var, 102 tane bölgesel, 962 tane de yerel olmak üzere toplam 1100 radyo özel yayıncılık alanında faaliyet gösteriyor. Bu sayılar her gün değişebiliyor, tabii kapananlar, açılanlar oluyor, ama bu şu demek; dijital, yani sayısal yayıncılığa geçildiği zaman bu rakamları 10’la çarpabileceğiz. Bir de ayrıca bugün belli bir frekanstan yayın yapan radyolar çok dar aralıkları kullandıkları için frekansların çatışması, karışması oluyor, bu da ses kirliliğine yol açıyor.
ÖM: Bilmez miyiz! Mesela çok tuhaf bir şey var, burada lüzumsuz bir bilgi belki ama yine de vereyim, TRT’nin Bursa’ya yayın yapan, İstanbul’a yayın yapmak amacı gütmeyen Bursa vericisi gayet kuvvetli ve bizi Gebze’den sonra frekans bindirmesi dolayısıyla dinlenemememize yol açıyor. Bunu kendi uzmanlarına da söyledik, kendileri tespit ettiler ama “bizim de başka radyolarımıza bulaşma oluyor, onun için de yapılacak fazla bir şey yok, uğraşıyoruz” dediler. Bunun için hepsini ortadan kaldıracak bir şey gibi görünüyor.
ÖÇ: Dijital yayıncılık çok önemli.
Avi Haligua: Dijital yayıncılığın teknolojik olarak getireceği bir değişiklik var mı yayıncılık açısından?
ÖÇ: Tabii, kullandığımız araç-gereçler açısından herhalde bir değişiklik getirecek. Her zaman için dünyada teknoloji değişirken kullanılan araç-gereçlerin değişikliği de bir takım maliyetlere neden oluyor.
ÖM: Yani alıcıların değişmesi gerekecek ama yanılmıyorsam fiyatları da ucuzladı.
ÖÇ: Evet, fiyatlar çok ucuzluyor, zaten şimdi kullandığımız alıcıların bir kısmını dijital olarak kullanabiliyoruz.
AH: Yani büyük bir devrim mi olacak?
ÖÇ: Bu geniş bir olanak olacak, çok da fazla değişikliğe yol açmayacak. Çok önemli bir konu.
ÖM: 10 yıldan beri, zaman zaman had safhaya yükselen şikayetler, Açık Radyo dinleyicileri açısından epey giderilmiş olacak. Çünkü bazı bölgelerde enterferans nedeniyle problem oluyor, bu çözülecek.ÖÇ: Türkiye’de çok uzun zamanlardır teknik açıdan dinleyiciye ulaşma önemli bir sorun. Ben 70’li yıllarda TRT kurumunda radyo programcılığı yaparken o zaman da dinleyiciye teknik açıdan ulaşamama sorunu yaşardık. Hiç unutmuyorum Balıkesir’in bir ilçesinde röportaja gittiğimizde, bir köye gittim, köy kahvesine girdiğim zaman televizyon açıktı ve bir Yunan televizyonunu izliyorlardı. Çok garibime gitti, biz de kooperatifçilik konusunu anlatmaya, bilgiler aktarmaya gitmişiz, son derece heyecanlı bir görev üstlenmiş 70’li yılların ruhuyla gitmişiz. TRT’yi asla izlemedikleri gibi, izledikleri yayın organının dilini de anlamadıkları için iyice garibime gitmişti.
ÖM: Çok tuhaf bir durum!
ÖÇ: Kendilerine sorduk, çok esprili bir şekilde köyün kahve sakinleri yanıtladılar “açın, siz bulursanız bize dinletin.” Biz üç acar radyocu ve teknisyen olmak üzere açtık, ama oradan duyulmuyordu ki İstanbul’daki radyo, Balıkesir’in yakınında. Aynı şekilde radyo frekansları Türkiye’nin coğrafi yapısı nedeniyle bir çok yerine ulaşamıyordu. Hatta o nedenle birinci 5 yıllık kalkınma planında Türkiye’nin her tarafına radyo yayını gitmedikçe televizyon yayınının başlamasının gerektiği konusunda DPT’nın görüşü vardı.
ÖM: Onu da hatırladım şimdi.
ÖÇ: Yani o kadar ulaşma sorunu vardı. Ulaşma sorunu radyocuların önemli bir sorunu, içerikten önce ulaşabilmek gerekiyor ki dinlenin. O nedenden ötürü de teknoloji konularında uzman olmamama rağmen teknolojinin kitle iletişim araçlarına çok önemli etkiler yaptığına inanıyorum. Başka türlü dinleyici ve izleyici ile buluşmak mümkün değil.
ÖM: Bu sadece teknolojik bir değişiklik değil, ayrıca demokratik de bir sonuç verecek gibi görünüyor. Çok daha geniş bir alana rahat, serbestçe yayın yapabilme imkânı doğacağa benziyor. Eski TRT Genel Müdürü buna bir an önce geçilmesi için uğraşıyordu ama o değişti.
AH: Bir yanıyla anti demokratik olduğuna dair yazılar okuyorum, mesela uydu antenlerinin bu dijital yayına geçilmesiyle kaldırılacağına dair 2-3 tane hatırladığım makale var. Böylece tüm yayınların kontrollü hale geleceğini söylüyordu, nasıl bir bağlantı olduğunu tam bilmiyorum ama...
ÖÇ: Sanmıyorum, arzu edenler yine uydu antenlerini, çanak antenlerini herhalde kullanabilirler, artık o yasaklama dönemlerini geçmiş olmamız gerekiyor. Ömer Bey’in söylediği gibi, bu sayının artması radyoculuk açısından, demokratik katılım açısından, herkesin düşüncesini ve duygularını istediği gibi radyo kanalıyla ulaştırma imkânını kazanması anlamına geliyor. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre, insanların düşüncelerini her türlü araçla ifade etme ve paylaşma hakkı var. Artık kitle iletişim araçları sadece kimin mülkiyetindeyse onların görüşlerinin aktarılacağı bir araç olmaktan çıkacak diye umut etmek istiyorum.
ÖM: Bence hayati bir noktaya temas ettiniz. Bunun bir hak olarak tanımlanması, bundan 30-40 sene önce düşünülemezdi bile. “İnsanların düşüncelerini her türlü aracı kullanarak ifade etme imkânı bir haktır” diye ortaya konuyor mesele aslında. Bu çok çok önemli.
ÖÇ: Ben hep düşünce özgürlüğünü gerçekleştirme alanı olarak bakıyorum kitle iletişim araçlarına. Yani nasıl yüz yüze iletişimde görüşlerimizi açıkça ifade edebiliyorsak, izin almadan bir yazılı basın organı çıkarabiliyorsak sadece beyanname vererek, bilgi vererek, radyo ile de, televizyonla da insanların görüşlerini aktarması lazım. Ama biz bunları bu açıdan kullanamıyoruz. Baktığımız zaman kitle iletişim araçlarının içinde o topluluklarda, o toplumlarda yaşayan insanları temsil edecek kişilerin görüş ve düşünceleri mikrofonlara ve ekranlara istenildiği ölçüde gelemiyor. Bunun nedeni, bizim ülkemiz açısından bakarsak, kamu hizmeti yayıncılığının çok uzun yıllar devletin denetiminde ve tekelinde kalması ve yine özerk bir yapıda bulunamaması nedeniyle daha çok hükümet bağlantılı, hükümetin politikalarıyla etkilenerek yayın yapması. Ticari radyoların ve televizyonların yayına başlamasından sonra da, onların da kendilerini sadece kazanç elde etmeye yönelik birer şirket olarak görmeleri düşüncesinden kaynaklanıyor. Oysa toplumun olanaklarını kullanarak yapılan bir yayında, tabii ki bir bir bireyler gelip düşüncelerini açıklama fırsatı elde edemeseler de, bir çok kuruluş ve dernek aracılığıyla kendilerini temsil edilebilme şansını bulmaları gerekiyor. Bu bazı ülkelerde, çeşitli biçimlerde uygulanma alanı buluyor. Mesela Almanya’nın bazı eyaletlerinde yurttaşlar radyosu uygulaması yapılıyor. İsteyenler, orada belli bir süre ikâmet etmiş olmak koşuluyla, stüdyoya girip programlarını yapabiliyorlar. Burada tek koşul, sadece, belli bir süre orada ikâmet etmiş olmak. Konuyu da istedikleri gibi seçebiliyorlar. Belki bir soru akla gelebilir bizim toplumdaki bazı koşullanmışlıklarımızdan ötürü, “ya yasalara aykırı bir yayın yapılırsa, laf edilirse ne olacak?” Biz de bunu sorduğumuz zaman, bu sorunun karşılığı, yani normal yürürlükteki ceza yasaları karşısındaki hükümler veriliyor. Burada kişiye bir sorumluluk yüklenmiş oluyor, “ben sana bu mikrofonu veriyorum ama kullanma biçimin yasalarla sınırlıdır, bu yasalar çerçevesinde...”
ÖM: Burada çok hayati bir şey söylediniz, bizim hep öteden beri bu kadar rahat ifade edemediğimiz bir şeyi çok güzel söylediniz. Yani mesele tümüyle bundan ibaret herhalde, bireysel sorumluluğu da verip, kimseye hakaret etmemek, kimsenin özel hayatına, kişilik haklarına saygısızlık etmemek, savaş ve şiddet kışkırtıcılığı yapmamak şartıyla her isteyenin de rahatlıkla konuşulabileceği bir mecra. Kamusal yayıncılıktan bizim anladığımız budur. Yani vatandaşlara hizmet edecek bir yayınsa bu, yani önemli. Kamusal yayıncılık ve topluluk radyoları üzerinde de epey çalışıyorsunuz biliyorum. Radyoların kamusal yayın yapma konusunda çok özel bir yerleri de var, siz inceliyorsunuz, Almanya’ya ve Hollanda’ya da gideceksiniz yanılmıyorsam.
ÖÇ: Evet, bu topluluk radyolarını inceliyoruz, çünkü kamu hizmeti yayıncılığının ana özelliklerinden biri, toplumun her kesimine eğitim, kültür hizmeti götürmek, eğlence ile ilgili gereksinimlerini karşılamak, ama kamu hizmeti yayıncılığı ulusal ölçekte yapıldığı zaman her bölgenin ve her kentin veya kasabanın ihtiyacını karşılayamadığı için çağdaş radyoculuk daha çok yerel radyoculuğa, yerel televizyonculuğa doğru gidiyor. Çünkü insanlar kendilerini kendi yörelerindeki yerel kitle iletişim araçlarında daha iyi ifade edebiliyorlar. Ulusal kanallarda kendilerine yeteri kadar yer bulamadıkları için, doğal olarak, bütün dünyada böyle bir gelişim ortaya çıkmış, topluluk radyoları. Buna İngilizce terminolojide “community radio” diyorlar. Türkçe’de “topluluk radyoları” demeyi tercih ediyorum ve öneriyorum. Topluluk radyoları belli eğitim, kültür düzeyinde ve belli çıkar gruplarının oluşturduğu ve belli yörelerde yayın yapan çeşitli ölçeklerdeki radyolar olabilir. Mesela bunlara örnek olarak yurt dışında sivil toplum kuruluşlarının kurdukları radyolar var. Mesela Fransa’da kadınların radyosu var, Cezayirliler’in radyosu var, hatta eşcinsellerin radyosu var. Çeşitli toplulukların kurduğu radyolar, bölgesel olabileceği gibi o topluluğa ait bireylerin kendi sorunlarını ve düşüncelerini dile getirdiği kitle iletişim araçları olarak hizmet veriyorlar. Kuzey ülkelerinde ulusal kanallar veya bölgesel kanallar için de temsil edilebilme şansı yaratmışlar. Mesela Hollanda’da bunun örnekleri var, belli sayıdaki derneklerin, ulusal yayın yapan kitle iletişim araçlarında belli süreler içinde yayın hakkı oluyor. Kamusal yayıncılık hizmetinde bu bir model olarak önerilebilir, mesela TRT gibi bir kurum belli sivil toplum örgütlerine ya da kamu kurumlarına, sendikalara, partilere, belli büyüklükler oranında haftalık belli yayın saatleri verilebilir.
AH: Bu karar mekanizması nasıl işletiliyor bu tip ülkelerde? Yani hangi sivil toplum kuruluşunun yayın yapabileceğine nasıl karar veriyorlar?
ÖÇ: Üye sayısına göre, mesela 100 bin üyesi olan haftada örnek olarak 10 dakika yayın hakkına sahip oluyor ve o kendine ayrılan yayın süresi içinde istediği gibi kendi konusundaki taleplerini dile getirebiliyor, düşüncelerini açıklayabiliyor. Bu Almanya’da farklı şekilde, yurttaşlar radyosu olarak 90’lı yıllarda uygulanıyordu, Yurttaşlar, önceden bildirerek stüdyoya giriyor, isteyen gitarını alıp şarkı söylüyor, isteyen yeni çıkan yasalar hakkında konuşuyor.
ÖM: Çok hoş.
ÖÇ: Bizde uygulanamaz mı, neden bugüne kadar böyle bir şeyler uygulanamıyor? Bu tür ileri modellerin uygulanması için hukuk devleti anlayışının egemen olması gerekiyor. Ben hukuk eğitimi almış biri olarak, konunun çözümünü böyle görüyorum. Çünkü hukuk devletinde varolan kurallar uygulandığı ve herkeste de uygulanacağına dair bir inanış ve güven olduğu için radyo idaresi “buyurun girin stüdyoya” diyor. Çünkü herhangi bir program yasaya aykırı bir şey yaparsanız zaten adli makamlar gereğini yaparlar, bundan sorumlu olan bireyin kendisidir.
AH: Yani radyonun yöneticileri bundan sorumlu tutulmuyorlar?
ÖÇ: Eğer herhangi bir kasıtları yoksa böyle bir program yapılmasında, bundan dolayı sorumlu olmazlar. Ama bir toplumun içinde hukuk devleti konusunda bir güven yoksa, yani ben yürürlükteki yasaların uygulanacağına ilişkin bir güven içinde değilsem, bu modeli uygulamakta gerek yönetici olarak, gerekse birey olarak bir çekingenlik içinde olabilirim. O nedenle bu tür modellerin tanıtılması konusunda, araştırma yapmayı ve bunları topluma duyurmayı ayrıca bir görev olarak üstlenmiş durumdayım bir radyocu olarak.
ÖM: Çok önemli.
ÖÇ: Ben çok uzun yıllar, 11.5 yıl yayıncılık yaptım akademik yaşamımdan önce. Ulusal kanallarda yapılan yayınların tüm dinleyicilere veya tüm izleyicilere tatminkâr bir sonuç doğurmadığını gördüm. Çünkü siz programınızı İstanbul’dan yapıyorsunuz, yaşadığınız noktadan olaylara bakıyorsunuz, ama kalkıp ülkenin başka bir tarafına gittiğiniz zaman çok öncelikli ihtiyaçlar ve talepler karşınızda oluyor. Ben 70’li yıllarda bunu gördüm, bir örnek aktarayım; gönüllü olarak gitmiştim, o zaman prodüktör her radyoda yoktu, gönüllü olarak Diyarbakır Radyosu’na gitmiştim bir ay görev yapmaya ve ozaman tek kanaldan yayın yapıldığı için radyolarda, yaptığımız programlar diğer radyolarda da yayınlanıyordu. Ya ana merkeze bağlanıyor ya da hazırladıklarımız çoğaltılıp oralarda paket yayın biçiminde sunuluyordu. Bölge radyoları yalnızca o yörenin müziğini ve reklam programlarını ekleyerek yayın yapıyordu. Yine orada görevli olarak bulunduğum günlerin birinde Hakkari’den aşağıya doğru araba ile iniyorduk, benim programım yayınlanıyordu, adı da “Akşama Doğru” idi. Bu programın içinde –bilim ve teknolojideki araştırmalara o zaman da çok meraklıymışım- birinci bölümüm: “Bilim ve Teknolojideki Yenilikler”di ve uzay çalışmaları ile ilgili ayrıntılı bir bölüm vardı. Biz dağlardan yollardan gidiyoruz, bir tek kişi bile yok, bir çoban gördüm, kepeneği vardı ve yanında hayvanları. Arabayı durdurduk, rica ettim, teknisyen arkadaşımızla aşağı indik. Ben biraz tedirgin durumdayım ve ikinci konum da İstanbul’daki trafik yoğunluğu ve önerilen çözümler. İki saattir tek bir araba görmemişim. İndim çobana dedim ki; –bunu hep derslerimde anlatırım- “bir radyodan beklediğiniz nedir, neler beklersiniz, ne ihtiyacınız var, sizin şu andaki en büyük sorununuz nedir?” Dedi ki, “Abla bu civarda bakkal yok, hiçbir şey alamıyorum, benim sorunum o.” Baktım ki orada bir radyosu var, radyoda da benim programım yayınlanıyor ve o bakkal bulup bir ekmek, peynir alamama sorunu yaşıyor. O zaman bir radyocu olarak kafama şu dank etti, hedef dinleyici grubumuza program yaparken, görerek ve yaşarak, önce onun ihtiyaçlarını saptamamız lazım, yoksa yaptığımız program boşa gidiyor. İşte yerel radyoculuğa ve topluluk radyolarına bu nedenle gereksinim olduğunu şiddetle savunuyorum. Bunun doğru olduğuna inanıyorum, çünkü yerel radyolar ve televizyonlar konusunda yaptığımız araştırmalar da gösteriyor ki, yerel radyo-televizyon varsa önce onun haber bülteni dinleniyor, onun programı dinleniyor ve ona katılınıyor. Zaten haber kuramlarında bu var; haber sizin ne kadar yakınınızda ise o kadar önem taşıyor, yani bu binada olan bir olay dünyada olan olayın önüne geçiyor her zaman bizim için. O nedenden ötürü topluluk radyoları önümüzdeki yüzyılların, önerilen ve kabul edilen yayın organları olacak. Artık ulusal yayın çok fazla ihtiyacı karşılamıyor.
ÖM: Peki mesela internet yayıncılığında da, herkesin tek başına bir gazete çıkarabileceği bir ortama doğru gidildi. Bu topluluk radyolarına bir şekilde vatandaş gazeteciliği kavramını da yaygınlaştıran kavramlar olarak bakılabilir mi? Mesela çok ilgiyle izlemiştim, Güney Kore’de demokratikleşme yönündeki büyük değişimde oldukça önemli bir rol oynamıştı tek bir internet sitesi. 21 milyon sayfa açılmış günde, seçim öncesinde ve seçimleri kazanan demokratik aday da ilk demecini o internet gazetesine vermiş, tek kişinin hazırladığı gazeteye. Bu topluluk radyoları ve internet gazeteciliği arasında bir bağ görüyor musunuz?
ÖÇ: Evet, konuşmanın başında da onu söylemiştim, gelişen teknolojiyle öğrenmeye ve yakalamaya çalışıyoruz sürekli, ama bu internetin sağladığı olanaklar çok müthiş. Radyoyu, gazeteyi, televizyonu hepsini bilgisayarın üzerinde birleştirmiş durumda. Ve radyo için de çok büyük olanaklar sağlıyor, herkes internet üzerinde bir alan bulduktan sonra yayın yapma olanağına sahip. Bence düşünce özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün gelişmesi ve gerçekleşmesi de internet aracılığıyla mümkün olacak. Tabii bir takım düzenlemelerle internet yayıncılığında da baskılar, yasaklar olmaz ise, yani teknolojiyi bastıran hukuksal düzenlemeler arkadan geliyor.
ÖM: Çin’de örneğin, Google gibi büyük arama motorlarına belli kavramların sansürlenmesi, engellenmesi yolunda bazı baskılar geldiği, hatta uygulandığı da biliniyor. Kamusal yayıncılık medya ve kamu yararına yapılan yayıncılıkta radyoların çok önemi var herhalde?
ÖÇ: İnternet radyoculuğunun da çok önemli geleceği olduğunu düşünüyorum, en azından yine bir alternatif olarak görüyorum, eğer üniversite radyoları gerçek kamu hizmeti yayıncılığı yaparlarsa ki son yasa değişikliği buna imkân verdi. Yeter ki, teknolojinin bize sağladığı ifade özgürlüğü imkânını biz kafamızın içindeki yasaklama dürtüsüyle, hukuki engellerle engellemeyelim.
ÖM: Az önce söylediğiniz bir noktadan çıkarak bir soru daha geliyor aklıma, o çoban örneğinden hareketle, bölgesel ve özellikle yerel yayın yapan topluluk radyolarının kendi ihtiyaçlarını, taleplerini dikkate alması ve bireysel sorumluluğu yaratmasının önemi var, ama aynı zamanda belki internet gibi olanaklarla, dünyadaki bütün insanların başına gelebilecek savaş gibi belaları da yeterince bilgilenebilirlerse, evrensel düşünüp yerel uygulama imkânı da belki verecektir. Aktivizmin temelini oluşturması açısından, dünyada olup biten gelişmeleri de anında duyabilme imkânı vermesi de çok önemli. Bölgesel ve topluluk radyoları da bu imkânı verir zaten.
ÖÇ: Tabii, mesele, topluluğu oluşturan bireylerin ilgilerini toplumsal konulara ve daha farklı ilgi alanlarına çekebilmek. Çünkü popüler kültürün egemenliğindeki bir yayın düzeni içinde, çok üzülerek söylüyorum ki, kültürel, sanatsal değer taşıyan programların dinleyicileri maalesef az oluyor. Bu eskilerin fasit daire dedikleri kısır döngü biçiminde bir dueum, onu izledikçe kültür ve eğitim programları veya sanata ilişkin talep az oluyor. Talep az oldukça onlar daha az üretiliyor, özellikle ticari amaç güden yayın kuruluşlarında. Böyle de bir kısır döngü var. İnsanların toplumdaki bireylerin beklenti düzeylerinin değiştirilebilmesi lazım. Yani çok seçkinci yaklaşımda bulunmak istemiyorum, “insanların beğenilerini yükseltelim gibi, benim beğenim yüksektir, başkalarınınki değil” vb. gibi, ama toplumun genel çıkarları düşünüldüğü zaman eğitimin, kültürün, sanatın yüceltildiği ve bunların egemen olduğu bir yayıncılığın insanların yararına, yani insanı daha incelten, daha insan kılan yayınların artması mümkün olabilir. Ama bugünkü yayıncılık düzeni içinde bu nasıl sağlanabilir? Bunun çözümü nasıl olabilir? Açık Radyo gibi diğer kanallara seçenek oluşturan, bilime, eğitime, kültüre, sanata öncelik tanıyan yayın kuruluşlarının artmasıyla bunun yaygınlık kazanabileceğini söyleyebiliriz. Topluluk radyolarında bu nasıl egemen olur? Topluluk radyoları kendi hedef dinleyici grubunun sorunlarına eğilirken, onların sorunlarını karşılarken aynı zamanda kültürel miraslarını yaşatma, geleneklerini kuşaklardan kuşaklara aktarma işlevini de üsteleneceği için, kültür aktarımını da üstleneceği için, genel anlamda da eğitim, kültür, sanat açısından katkıda bulunabilir. Yani kültür aktarımını da yapacaktır, türküsüyle, şarkısıyla, masalıyla, fıkrasıyla. Bütün bunlar belki kendi kültürünü yaşatmak uğruna kültüre, eğitime daha fazla ağırlık tanınan bir kitle iletişim aracı haline gelecektir.
ÖM: Giderek, ne kadar önemli bir sorumluluğun altında hareket etmekte olduğumuzu gösteriyor bu şeyler, insan hem ürküyor hem seviniyor, öyle karışık bir duygu yaratıyor yani yapmak istediğimiz iş açısından. Genel gidişatı nasıl görüyorsunuz bu açıdan? Genel olarak kamusal yayıncılık diyeyim, radyoculuk başta olmak üzere. Bir projeksiyon yapmak mümkün mü önümüzdeki 5-10 yıl için?
ÖÇ: Kamusal yayıncılığın gerektiği gibi gerçekleşebilmesi için bağımsızlığın şart olduğuna inanıyorum, bütün ülkeler açısından böyle, kendi ülkemiz açısından da özellikle ağırlıklı olarak. Kamu hizmeti yayıncılığı yapabilmemiz için, ekonomik açıdan, siyasi açıdan ve yayını oluşturma özgürlükleri açısından özerk olmak gerekiyor. En başta da kamu hizmeti yayıncılığı ile görevlendirilmiş olan TRT kurumunun bir özerk yapıya kavuşması gerekiyor. 3984 sayılı yasada yapılan değişikliklerle, mülkiyette bir yoğunlaşma, tekelciliğe gidiş, ihalelere girebilme, borsada işlem yapabilme, bir kaç yayın organına sahip olarak izlenme payının çok yüksek olması ve bunun yarattığı dengesizliğin, bütün bunların olumsuzluk oluşturduğu görüşündeyim. Ama genel olarak özgürlüklerimize, özellikle ifade özgürlüğüne sahip çıkma bilincine bir toplum olarak kavuştuğumuz ve bunu daha ileri düzeye taşıdığımız zaman, sanıyorum radyoya, topluluk radyolarına, yerel radyoculuğa çok daha fazla önem verileceğine inanıyorum. Bilimsel açıdan da böyle bir öngörüm var, benim varsayımım bu.
ÖM: Açık Radyo bir kaç yıldan beri dinleyici destek projesi ile ve son olarak da Natür-Mort diye adlandırılan bir sergiyle sanatçıların da desteğini sağlayarak bağımsız yayıncılık ilkesini güçlendirerek sürdürmek istiyor. Bu söyledikleriniz bu açıdan da bizim birazcık yüreğimize su serpti. Dün Boğaziçi Üniversitesi’nde medya konusunda bir derse katılma fırsatım oldu, davet etmişlerdi, oradaki öğrencilerden biri dinleyicimiz, hatta epey ciddi bir dinleyicimiz bir hanım, “Açık Radyo gibi projelerin birden fazla olması hedefiniz düşündürücü, hangi birini dinleyeceğiz?” dedi. Böyle bir problem yoktur bence, ne kadar çok olursa o kadar seçme hakkımız da olur.
ÖÇ: O zaman daha iyi yayın yapabilmek için kalite yarışına girilir ki bu radyoculuk açısından çok olumludur.ÖM: Ben de aynı şeyi söylemeye çalıştım.
ÖÇ: Daha çok dinlenmek önemli, ben sayının çokluğundan korkmuyorum, kaliteyi getirecektir.
ÖM: Kıskançlıkla sahip çıkması da gururumuzu okşamadı değil, ama yine de ben de aynı şeyi söylemeye çalıştım, “bu rekabet iyi ve haklı bir rekabet olur” dedim. Çok teşekkür ederiz, bunları tekrar konuşma fırsatı bulacağımızı umut ediyoruz. İnşallah bu Medya Konuşmaları’nı bu yıl çıkmadan bir kitaba dönüştürmek istiyoruz.
ÖÇ: Ne kadar iyi olur, radyoculuk konusunda çok az kaynağımız var.
ÖM: Basın özgürlüğü, temel kamusal yayıncılık, açık toplum ilkesi açısından nasıl bakacağız vs. bütün bu konuları da kapsamak istiyoruz.
ÖÇ: Bu girişiminizi gerçekten yürekten kutluyorum ve bütün kitle iletişim araçlarının bu tür yazılı ürün verme konusunda gayret göstermesini de hep ümit ediyorum, çok önemli. Çünkü birikim oluşması gerekiyor, Türkiye’de bu konuda ne kadar çalışma yapsak az.
ÖM: Bence de öyle, katkılarınız için teşekkürler.
(22 Mayıs 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)